Sabun Kokusu
Yoğun iş günü sonrasında masamı toparlarken, gözüm masamın üzerindeki üzerinde İstanbul manzarası olan o küçük teneke kutuya ilişti. Çok sevdiğim bir arkadaşım İstanbuldan gelirken getirmişti bana. İçinde bir kalıp beyaz sabun vardı.Kutuyu aldım. Kapağını açtım. Burnumu sabuna yasladım. Zaten ne zaman beyaz sabun görsem dayanamaz, burnumu dayayıp derin derin koklardım. Yine kokladım, birden kendimi zaman tüneline fırlatılmış geriye doğru giderken buldum.
Ben evlerde kurnalar varken doğdum. Hamam tasları ve takunyalar. Çocukluğumdan hatırladığım en net sahnelerde mekan hep banyodur. Yıkanmayı sever miydim, bilmiyorum. Ama genellikle gözetimli denetimli yıkanırdık .Biri yıkardı illaki. Bu kişi anne ya da yakın bir akraba teyze yenge gibi biri olurdu.
Banyoda yanan sobadan yayılan odun çıtırtıları eşliğindeki odun kokusu, kurnanın içine akan sıcak suyun buharı ile karışıp, hamam tasında lif ile köpürtülen orijinal sabun kokusuyla harmanlanırdı.
Saçlarım uzun, bukle bukle. Sokakta yürürken annemin yanında insanların bana hayran hayran bakmasını sağlayan saçlar hayatımın kabusu olurdu özellikle de bu banyo günlerinde. Banyo günleri Pazar günüdür. Ondan mıdır bilmem Pazar günlerini hala sevmem. Her Pazar sabahı uyandığımda göğsümün üzerinde bir ağırlık hissederim. Armatürlerin musluk olduğu bu dönemlerde sıcak su ancak odun sobasının yanması ile sağlandığından yıkanma günümüz olan pazar günleri tam bir ritüeller günü haline gelirdi. Saçlar üç kez yıkanacak. Daha azı olmaz. Sabun ve sıcak su ile yıkanırdı saçlar. Sabırsızlığımdan gözlerimi açıp durduğumdan gözlerim yanardı. Sürekli vızıldayıp ağladığımdan, yıkanacak çamaşırlara göz ucuyla bakan annem arada hamam tası ile yumuşak dokunuşlarla okşardı başımı.
Sabunun sertleştirdiği saçların şimşir tarağın ince dişlerinden akmasını sağlamaya sıra geldiğinde basardım çığlığı. Hayat zor ve ağır gelirdi küçük omuzlarıma.
Belki bu sefer yalnızca liflenerek kurtulurum diye düşünürken sıra keseye gelirdi. Anlamsız bir uğraş, bir işkence aletiydi kese bana. Kesenin cildimin üzerinde oluşturduğu kızarık yerler ardından gelen sıcak su ile iyice acırdı. Ben bağırdıkça hamam tası işaret parmağı gibi havaya kalkar bak geliyorum derdi. Su o kadar da sıcak değil.
Banyo sonrası ıslak saçlar tekrar taranır. Uçlardan başlanır taranmaya yavaş yavaş saç köküne yaklaştırılır tarak. Bu şekilde dolanan saçlar daha kolay açılır ama, bu da tam bir ızdıraptır benim için. Neden derdim açılması gerekiyormuş bu şekilde kalsalar ne olacak ki? Güzel olmak derdi yok. Tek düşünce annemin elinden kurtulup arkadaşların yanına gitmek. O yaşlarda güzelliğe bakan yok. Yakar top oynarken topa değmeden en atik kaçabilmek, ip atlarken ipe basmadan en çok zıplayabilmek, ya da taş sektirmece oynarken taşı halkaların içine çizgilere değdirmeden fırlatabilmek. Arkadaş ortamında tutunabilmenin en önemli kriterleri. Sokağa çıkıp oynamasına izin verilen çocuklar sivrilirlerdi. Ama benim gibi çok nadir izin koparabilenlerin zıplama , fırlatma, koşma becerileri gelişemediği için oyunlara alınmazdık bile. İlk ezik ruh hali ile tanışmam o yaşlarda ve bu yüzden olmuştur.
İki erkekten sonra dünyaya gelen benim, bir de erkek dünyasında kabul görebilme derdim vardı. Yoksa fena halde dışlanıp yalnız kalacaktım. Hırsız poliscilik, kızıdericilik, gazoz kapağı oyunlarında kız oyunlarından daha başarılıydım. Şimdi olsa Texas ya da Zagoru tercih ederdim ama o zamanlar Tommiks’e aşıktım. Suzie’ yi çok aptal bulurdum. Ona aşık olduğu için Tommiks’e çok kızardım için için. O zamanlar akşam oturmaları vardı. Bir de yeşilçamın Emel Sayınlı Türkan Şoraylı melodramları. Bizimle uğraşmaktan sıtkı sıyrılan annem için minik eslerdi ev oturmasına ya da sinemaya gitmek. Böyle akşamlarda Daltonlar misali bir divanın üzerinde otururduk hep birlikte. Konu istinasız vampirler olurdu.Ben dinleyici. Ne korkardım şu vampirlerden. Çocukluğumun kara gölgesi vampir korkusudur. Öyle korkar büzüşürdüm ki oturduğum yerde tuvalete gidemezdim önüme vampir çıkar diye. Ağabeyim sarımsaktan korktuklarını söylemişti de sarımsakla dolaşırdım geceleri. Ama yine de çok korkardım. Tuvaletten çıkınca,nefes nefese, arkama baka baka koşardım.
Şimdilerde bu konulardan bahsedince annem ‘ama yavrucuğum bak ben bunları hiç bilmiyordum. Yoksa ben o ağabeylerine kızardım. Niye bana söylemiyordun’ der. Söylenir mi hiç! Kol kırılır yen içinde kalır misalidir kardeş ilişkileri. Çok küçük yaşta öğrenilir bu racon.
Sokakta oynama konusuna gelince. Yapacak çok bişey yoktu. Çünkü kötüler vardı sokakta .Ben şahsen onlarla hiç karşılaşmadım, diğer çocuklar da karşılaşmamışlardı; ama annem kötülerden korkuyordu da ondan sokakta oynamama izin vermiyordu.
Yaşım biraz daha büyüyünce bu kötülerin erkek cinsinden olduğunu öğrenecektim. Buna çok şaşırdım çünkü ben vampirlerden şüpheleniyordum.
Taranan saçlar örülürdü. Yanlardan iki örük. Kolay kurusun diye başıma tülbent örter boynumdan bağlardı annem.
Sıra tırnaklara gelirdi. Kısacık kesilmeliydiler. Uzamaları hem günah hem de çirkindi. Pislik yuvası olurlardı.O zamanlar tahretlenmek de bir ritüel halinde öğretilirdi çocuklarda. Sağ değil sol elle su ile yıkanılacak. Tırnak içleri pislik biriktirebileceğinden kısacık en kısacık kesilmelidir. Ama çok acırdı. Yine acırdı. Bir zırıltı kıyamet de o zaman kopardı.
Hay Allah annem ne çok uğraşırmış bizimle teker teker.Bir de dört taneyiz. Kürtajın doğum kontrol yöntemi olarak kullanıldığı, hamileliğin sessizce yaşandığı, hamile kelimesi ayıp sayıldığından yerine yüklü kelimesinin kullanıldığı, şimdilerde üzerinde bebek resimli penye bluzlarının içine zar zor sığan karınlarını yarı açık sergileyerek dünyanın ilk hamile kalmayı başarmış kadını edasıyla ortalıkta boy gösteren anne adaylarının olmadığı zamanlar. Her evde üç dört çocuk standart. İki çocuk azımsanır tek çocuğu olanlara acıyarak bakılırdı. Çocuğu olmayanlar evli sınıfından bile sayılmazdı. Öyle tüp bebek teknolojisi falan da yok. Ama enteresan bir şekilde bugüne kıyasla çocuğu olmayan ailelerin de yok denecek kadar az olduğu zamanlar.
Efendim tırnaklar iyice kesilmeliydi, çünkü bir de okulda tırnak kontrolü vardı. Her pazartesi mendil üzerine eller konacak ve öğretmen tüm elleri kontrol edecek. İki elin altında birer mendil. Biri beyaz biri ekose. Biri sümük biri kurulama mendili. Tırnağı uzun olanlar tüm parmak uçlarını birleştirir öğretmene doğru uzatır öğretmen de elindeki tahta cetvelle insafı derecesinde cetveli havaya kaldırıp bir ivme kazandırdıktan sonra bu parmak uçlarına indirirdi sevgiyle.
Biraz daha büyüyüp tırnak kesme sorumluluğum bana verilince zaman zaman unuturdum tırnak kesmeyi. Tırnak kontrolu sırasında bir bakardım uzunlar. Yaşadığım paniği hala hatırlarım. Pazartesi sendromunun kaynağı okullardaki bu mendil kontrolü stresinin bugüne yansıması olabilir mi acaba? Diye düşündüm şimdi.
Aman Allah’ım ne çekmişiz. Uzaktan kumandalı bebeklerdik biz. Annelerin göz hareketleriyle çalışırdık. Öyle hiperaktivite, çocukluk çağı depresyonu gibi kavramlar yoktu. Olamazdı da. Kalabalıkta usturuplu bir çimdik, yalnız yerde süpürge sapı ya da terlik tersi sayesinde prozac,ritalin vs gibi ilaçlara hiç gerek duyulmadı.
Bazı şanslılar dışında dayak yemeden yaşamayı başarmaya çalışan bir nesildik biz. Evde sıyırsan okulda öğretmenlerin eline düşüyorduk.
Neyin kafasıydı hala anlayamıyorum ama öğretmenler şiddet kullanarak ceza verebiliyorlar, bu da çok doğal karşılanıyordu. Zaten dayak yediğini anlatsa çocuk öğretmeninden, bir de babasından dayak yiyecek. Sen ne halt yapmışsındır kim bilir diyerek.
Hoşgörü göstermek, ergenlik sorunları gibi kavramlar yoktu. Onlar bizi ruhu olmayan, sıkı sıkıya kontrol altında tutulması gereken bir canlı türü olarak görüyor olmalıydılar.
Ama her zaman bir iki tane beyaz gölge mutlaka olurdu. Onlar da öğrencilerin gözünde ilahlaşırdı.
Doktor Hanım biz çıkıyoruz hadi ama artık diyen Deniz Hemşire’nin sesiyle zaman tünelindeki yolculuğumdan geri dönmek zorunda kaldım. ‘ Artık eve gitme zamanı. Kapılar kilitlenecek’ dedi gülümseyerek. Üzerinde İstanbul manzarası olan kırmızı kutuyu kapattım ve aynı yere koydum özenle. ‘Kapağını bir daha açana kadar beni bekle’ dedim sessizce.